13 Temmuz 2010 Salı

OSMANLI MEZARTASLARI


Osmanlı Mezarlıkları, her bakanın rahatlıkla görebileceği konumlarıyla, çevrelerinde yaşayan tüm insanlara bu dünyanın geçiciliğini, kalınacak asıl yurdun buralar olmadığını fısıldamaktadırlar. Osmanlı toplumunda hayat ölümle o kadar iç içedir ki, kişiler evlerinin önlerindeki bahçelerine, yada her gün gittikleri camilerinin bir köşesine bile gömülebilmektedirler. Bugün İstanbul Karacahmet, Eyüp yada Edirnekapı Mezarlıkları'nın etrafındaki tüm duvarlar 1950 lerden sonra örülmüştür. Normalde hiçbir Osmanlı mezarlığını çevreleyen duvar yoktur. Herkes rahatlıkla bu mezarlıkların aralarından geçebilmekte, yolunu mezarlık aralarından geçirerek kısaltabilmekte, hatta özellikle bayanlar, çocukları ve komşuları ile hazırlık yapıp bir mezarlık alanında bir ikindi sohbeti yapabilmekteydiler.
Tüm bunlarla Osmanlı insanının amaçladığı şey, dünyanın bu en güzel öğüdünü hep gözlerinin önünde tutmak ve öldükten sonra da yaşayan ve kendilerine dua edebilecek insanlara kendilerini daha iyi gösterebilmektir. Bu nedenledir ki, Osmanlı Mezarlıklarında mezar taşı yazıları çoğunlukla yolun geçtiği tarafa bakmaktadır. Karacaahmet Mezarlığında çokça göreceğimiz şekilde, eğer bir kişi kendisine, mezarlığın yol kenarına bakan kısmında bir mezar bulamazsa, mezar taşının bir numunesini mezarı içeride olduğu halde yol kenarına diktirebiliyordu. Böylece yoldan geçenler bu mezar taşlarını okuyabilecek ve bu kişilere ismen duada bulunabileceklerdi.

Osmanlı Mezar taşları o kadar özellikli ve sanatlıdır ki, bu mezarlıkları birer açık hava müzesi olarak görebiliriz. Gerard de Nerval'in az önce yukarıda da belirttiği gibi, Osmanlı Mezar Taşlarının başlarındaki serpuşlarından, üzerlerindeki desenlere kadar birçok işaret o mezarlarda yatanlar hakkında bizlere bilgiler vermektedir.

Bir kere eğer bir mezar taşının başında bir başlık varsa bu mezar muhakkak bir erkeğe aittir. Hanım mezar taşları ise, bir kadının incelik ve letafetini en güzel şekilde ortaya koyan şeyler, yani çiçekler, buketler ve bahar dalları ile süslüdür. Osmanlı Hanımları günlük hayatlarında saçlarına hotoz taktıkları için, hotoz başlı mezar taşları da görmek mümkündür. Hatta bu hotozun altında hanımların alınlarına yada boyunlarına taktıkları altın sıralı kolye ve alınlıklar aynen mezar taşlarına da işlenmiştir.

Günümüzde bir bayan, evlenmeden önce öldüğünde nasıl tabutunun üzerine duvak konuluyorsa, Osmanlı'da da, bu tarz muradına eremeden genç yaşta ölen bayanların mezar taşları duvak şeklinde yapılmakta, hatta bu mezarların ayak taşına da kırılmış bir gül goncası işlenmektedir. Bazı hanım mezar taşlarında da yıldız şeklinde bir arma bulunmaktadır.
Hanım mezar taşları bu şekilde gruplandırılırken, erkek mezar taşları ise daha çeşitlidir. Çünkü erkek mezar taşlarında bulunan başlıklar, mezar sahibinin meslek ve meşrebine göre şekillenmektedirler. Osmanlı Mezarlıklarını gezdiğimizde gördüğümüz mezar taşı başlıklarını kendi içlerinde en sade şekliyle; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dörde ayırabiliriz. Osmanlı erken dönem mezar taşlarında, sarık sarılan başlık hemen hiç görülmezdi. Bu tarz serpuşlara sarıklı mezar taşları diyoruz. Bunların en erken örneklerinden olan Kalın ve yukarıdan aşağıya dilimli sarıklarda, içerideki başlığın sivri tepesi az da olsa görülürdü. Daha çok 16.yy civarında kullanılan bu sarık çeşidini, Eyüp Semtinde Sokullu Mehmet Paşa türbesinde ki birçok mezar taşında görmek mümkündür.
Mezar taşlarındaki sarıkların bir başka çeşidi ise, Çapraz Dilimli Sarıklardır. Minyatürlerde Çelebi Mehmet ve Fatih'in de giydiğini gördüğümüz bu çeşitteki sarık, kalın ve ensiz bir şekilde sarılmaktadır. Sarıklı Mezar taşlarının son örneği olan Kafes Dilimli Sarıklarda ise içerideki başlık daha çok görülmektedir. Bu başlıklarda alttan itibaren yarısına kadar sarık kumaşı kafes oluşturacak şekilde çapraz olarak sarılmakta ve bu tarz sarıkları daha çok Müderrisler ve defter emini vb. görevliler giymektedirler.

Osmanlı Mezarlıklarında 17.yy sonrasında daha çok gördüğümüz diğer bir başlık çeşidi ise Kavuklardır. Normal hayatta dış yüzü çuhadan olan ve içi bez astar ile kaplı olup, arasına pamuk tepilen bu başlıkların üzerlerine, farklı desenler oluşturacak şekilde dikim yapılmaktadır. Kavukları sarıklardan ayıran yegane özellik, sarığın sarıldığı iç başlığın büyük bir kısmının görülebiliyor olmasıdır. Bu nedenle de bu iç başlık bir hayli süslü olarak hazırlanmaktadır.

Osmanlı Kavuklu mezar taşlarının tipik örneklerinden biri Çubuk Başlıklı olanlardır. İçeride bulunan başlıkta yukarıdan aşağıya doğru kalın çizgiler bulunan bu türü daha çok orta dereceli memurlar giymekteydi. Bu örneğin bir diğer çeşidinde ise içerideki başlık baklava dilimlerine sahiptir.

Osmanlı Kavuklu mezar taşlarında sarıkları yanlardan şişkinlik yapacak derecede olan bir tür vardır ki bu tarz kavukları daha çok saraylılar tercih ediyorlardı. Bunlarda kendi içlerinde Çubuk Başlıklı ve Kafes Dilimli Kavuklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. Özellikle Surname adlı eser incelendiğinde birçok görevlinin bu tarz başlıklar taktıkları görülecektir.
Mezarlıklarda görülen en görkemli kavuk türü ise Kallavi Kavuk dediğimiz büyük boyutlu, aşağıdan yukarıya doğru daralan türdür. Kallavi Kavuklar, Osmanlı Yönetiminde Sadrazam, Kubbealtı verzirleri ve Kaptan-ı Deryalar tarafından kullanılmaktaydı. İstanbul Vezneciler'de, Şehzadebaşı Cami yanında, kendi yaptırdığı Dar'ül Hadis'in haziresinde yatan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın mezar taşı buna örnek olarak gösterilebilir.

Yazımızın başında, mezar taşlarındaki başlıkların, kişilerin meslekleri yanında meşrepleri hakkında da bilgi verebileceklerini söylemiştik. Osmanlı toplumunda insanlar inançlarına göre de farklı başlıklar giyebiliyorlardı. Bir tekkede yada zaviyede görevli olan kişi bağlı bulunduğu yola göre bir başlığı giyerken, farklı bir işle uğraştığı halde meşrep olarak bir yola bağlı olanlar da arzularına göre bu durumlarını mezar taşlarında belirtebiliyorlardı. Mesela Mevleviler, uzun Mevlevi külahları giyerler, mezar taşlarına da bu bu tarz başlık şekilleri verilirdi. İstanbul'daki çeşitli Mevlevihanelerde Mevlevi külahlı yüzlerce mezar taşı görülebilmektedir.
Mevleviliğe bağlı olduğu halde başka bir mesleğe sahip kişiler ise mezar taşlarında mesleği ile ilgili bir başlık taşırken, taşın karnına bir Mevlevi sikkesi kazıtabiliyorlardı.
Birçok tarikatın bu mânâda özel işaretleri vardı. Mesela Nakşibendilerin mezar taşlarında, Nakşi yıldızı denilen süslemeyi çokça görmek mümkündür. Süleymaniye' de ki Nakşi Mezartaşları bunların en güzel örneklerindendir. Bazı yollarda vardı ki, kendilerini toplum içinde çok belli etmezler, diğer tarikatlar içinde yaşarlardı. Bunların en meşhurlarından biride Melamilerdi. Onları en iyi tanıyabileceğiniz yer muhakkak mezar taşlarıydı. Bir Melami, kendisine "başsız ayaksız" der ve mezar taşında kesin likle bir başlık bulunmaz, aksine mezar taşının köşeleri kesik olurdu.
Osmanlı mezar taşlarında en çok görülen başlık türü şüphesiz festir. Kuzey Afrika'da bir hayli yaygın olan fes, 2.Mahmud'un giyimde yenileşmeye gitmesi üzerine Osmanlı halkı ve ordusu tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönem sonrasın da da , mezarlıklarda fesli mezar taşları görülmeye başlanmıştır. Bu taşlar kendi aralarında dört çeşit olarak ele alınabilir.

Fesli mezar taşlarının en büyük ve görkemlileri Fesin Osmanlı toplumunda kullanılmaya başlandığı 2.Mahmud döneminde kullanılan feslerdir ki biz bu feslere, en yaygın olarak kullanıldığı bu döneminden dolayı Mahmudi Fes diyoruz. Bu feslerin üst kısımları alt kısımlarından daha geniş idi. Alışılmış fes tarzının dışında olarak birden fazla yerinden püskül sarkabiliyordu. Hatta bizzat 2.Mahmud'un, her yerinden püskül sarkan fes kullandığını biliyoruz. Hatta, feslerdeki püskül sayısı fazla olunca çevrede püskül tarayan çocuklar ortaya çıkmıştı. Bu ilk kullanılan fesler sadece kırmızı değil, mavi renkte olabiliyorlardı.

2.Mahmud'un küçük oğlu Sultan Abdülaziz döneminde, üst kısmı gayet dar ve basık, daha kısa fesler ortaya çıktı. Bizzat padişahta bu tarz fesi kullanınca dönemin modası haline geldi. Bu şekildeki feslere Azizi fes diyoruz.
Sultan 2.Abdülhamid ise yine toplum içinde uzun yıllardır kullanılan, üst kısmı alt kısmından daha dar, fakat Azizi fese göre bir hayli yüksek olan bir diğer fes çeşidini kullanmış ve bu tür, Hamidi Fes adını almıştır.

Feslerin son bir çeşidi ise üzerlerine yine sarık kumaşı sarılan ve daha çok cami hocaları ve dervişlerin tercih ettiği tarzdır. Bugün de camilerimizdeki imamlar ibadet esnasında bu tarz başlıklar giymektedirler.

Osmanlı mezar taşlarını incelerken bizi fazlasıyla şaşırtacak kadar ilginç başlıklar da görmek mümkündür. Bunlardan en meşhuru Lahana başlı mezar taşlarıdır. Evet bu mezar taşlarının başlarında ve ayak taşlarında kocaman birer lahana bulunmaktadır. Çünkü burada yatan kişi, Osmanlı'nın en meşhur takımlarından Lahanacıların ya bir üyesi yada üyesinin yakınıdır. Lahana'nın ünü Çelebi Mehmet dönemine kadar gitmektedir. Amasya'da sançak beyliği yapan padişah, yıllar sonra Amasyalı bir gurup ile Merzifonlu bir gurubun aralarında gerçekleşen cirit oyununu izlemektedir. Amasya'lılar lahanaları meşhur olduğu için takımlarına Lahanacı, Merzifonlular'da bamyaları meşhur olduğu için kendilerine Bamyacı adını takmışlardır. Bu oyun ile meşhur olan bu iki takımın adları unutulmaz ve yüzyıllarca Osmanlı'nın sportif faaliyetlerinde takımlar bamyacı ve lahanacı adlarını alırlar. Bu takımlara ait kişiler öldüklerinde de takımlarının amblemlerini mezar taşlarının başlarına koydurmayı adet haline getirmişlerdir.
Osmanlı mezar taşlarına ait özellikler anlatmakla bitmez. Bir mezarda yatan kişinin mesleğini, başlığı yanında, taşın üzerindeki bir takım işaretlerden de anlamak mümkündür. Meselâ bir denizci mezar taşında çapa, hatta gemi direği ve yelken bezi bir kâtibinkinde hokka ve kalem görebilirsiniz.

Çok ilginç bir mezar taşı türü de üzerleri yazısız taşlardır. Herkes yaşayanlar tarafından görülmek ve dua almak için neler neler yaparken, mezar taşlarına yazı bile yazdırmayan bu kişiler, toplumun pek sevmediği bir meslek gurubundandırlar. Onlar suçlulara ölüm cezasını uygulayan cellatlardır. Her ne kadar yargı kararına göre görevlerini yapsalar da, ileride birileri tarafından bedduaya uğramamak için mezar taşlarına isimlerini yazdırmamışlardır.

Mezar taşları ile ilgili son bir ayrıntı ise taş yapıldığı dönemde kendisine nakşedilen bir özellik değil, taşa sonradan verilen bir şekil ile ilgilidir. Osmanlı mezarlıklarında bazı mezar taşlarının başları kırıktır. Bu tarz mezar taşlarının çoğunluğu Yeniçeri mezarlarıdır. 3.Murad döneminden sonra bozulmaya başlayan Yeniçeri ocağı 2.Mahmud döneminde Vakay-ı Hayriye ile kaldırılmış ve bu sırada şehirde Yeniçerileri hatırlatan ne varsa tahrip edilmiştir. Bu tahripten Yeniçeri mezar taşları da nasiplerini almış ve hemen hepsinin başları kırılmıştır. Bugün İstanbul'da, Yeniçerilere ait mezar taşı görebileceğiniz çok az yer vardır. Bunlardan biride Üsküdar'da ki Ayazma Cami'nin bahçesidir.

Anlatılan birçok örnekte görüldüğü üzere Osmanlılar, toplumun hemen her kolunda olduğu gibi mezar taşları hakkında da kılı kırk yaran bir sanat örneği göstermişler ve dünyanın bu alanda şahit olmadığı şaheserleri ortaya koymuşlardır. Sanıyoruz bu bilgilerden sonra, tarih içinde gayri Müslimlerin, sadece Osmanlı mezarlıklarını görerek nasıl hidayete erdiklerini, birilerinin; kılıç kullanmaktan başka bir şey bilmezlerdi diyerek karalamaya çalıştığı bu sanatkâr insanları ve dünyaya adalet dağıtan bir devletin ölüme ve öbür dünyaya nasıl baktığını daha iyi anlayabiliriz



İstanbul'da gündelik hayatımızın büyük bir kısmını beraber geçirdiğimiz çok sayıda mezarlık ve mezar taşıyla ilişkimiz muhtelif sebeplerden dolayı kopuktur; en azından çoğumuz okuyamamaktayız bu taşların üzerinde yazanları. Burada yapmaya çalışacağım, üzerlerindeki kitabelerinin kendisini ve zaman içindeki değişiminin ne manaya gelebileceğinden yola çıkarak, çok da açık olmayan birer obje gibi şehrin içinde yer alan bu mezar taşlarının şehir içinde nasıl bir rol oynadığını ve Osmanlı zihniyetinde nasıl yer aldığını anlatmak olacaktır.


Öncelikle "İstanbul", "Osmanlı" ve "Müslüman" kelimeleri üzerinde kısaca durmak istiyorum: "İstanbul", çünkü bu kent payitahttır; dolayısıyla burada ölüm kültürü ve yan ürünleri olan -sanatından tutun mimarisine kadar- çeşitli unsurlar bir model oluşturmuş ve bu model 15. yüzyılın sonlarından itibaren taşraya ihraç edilmiştir. İstanbul, sadece başkent olduğu için değil, mezarlık kültüründe bir model oluşturduğu için de çok önemli bir merkezdir. İmparatorluğun merkez bölgesi diyebileceğimiz Ankara ile Bulgaristan arasındaki bölgede mezar taşlarının şekil ve metin -yani kitabe- itibariyle büyük ölçüde İstanbul modeline uygun olduğunu söyleyebiliriz. İkincisi, "Osmanlı", çünkü mezar taşları ve mezarlıklar her ne kadar İslâmiyse de Osmanlı öncesinde, özellikle de fetih öncesi mezar taşlarından birçok noktada ayrılır ve kendine has bir Osmanlı mezar kültürünün doğuşunu beraberinde getirir. Bu açıdan Osmanlı mezar taşları gerçekten de "Osmanlı"dır ve bu mezar taşı kültürünün merkezi İstanbul'dur.

Şehrin fethinden itibaren, özellikle de Sultan Bayezid döneminde gelişen bir politikayla sur dışında defin geleneği başlamasına rağmen, büyük şuriçi mezarlıkları varlığını korumuş, bir kısmı da günümüze kadar gelebilmiştir. Ancak Osmanlı mezar taşlarına biraz hoyrat davranılmış, özellikle de Cumhuriyet döneminde şehirleşmeyle beraber kayıplara yol açılmıştır.

Osmanlı mezar taşının bir özelliği, görülmek isteğini yansıtmasıdır. Sokaktan geçen ile içerideki taşlar arasında göz kontaktı sağlamak önemlidir mezarlık mimarisinde. Bunun bilinen dini nedeni, Fatiha talebidir. Ancak daha arkada bir şatafat, gösteriş, "Ben, ailem ve sosyal konumum, buradayız" ifadesi yer alır; böylece de dini fonksiyon büyük ölçüde toplumsal bir fonksiyona dönüşür.

Şehrin yapısıyla iç içe, hem dışarıda hem içeride bir mezar kültürü söz konusudur. Taşların kendilerine bakacak olursak, Osmanlıların kendilerine has bir mezar tipolojisi geliştirmelerinin kökenleri için biraz geriye gitmek gerekir. Doğu Anadolu'da 12.-13. yüzyıla ait Ahlat mezar taşları abidevi mimari unsurlar halini alan, metnin nispeten az yer tuttuğu bir yapı arz eder. Bu taşların Osmanlı mezar taşları ile ne metin ne de şekil açısından bir ilişkisi bulunur. Yine Selçuklu döneminde çok rastlanan lahit, sanduka tipi mezardan bazı izler Osmanlı mezar taşlarında varsa da marjinaldir; şekil ve metin açısından tamamen farklıdır. Osmanlı Beyliği'nin ilk dönemlerinde, Bursa'daki, Muradiye'deki mezar taşlarına bakarsanız, örneklerini bütün ortaçağ Anadolu'sunda, hatta Arap ülkelerinde görebildiğiniz bir üslupla karşılaşırsınız. İstanbul'da, şehrin fethinden elli sene evvel bile bugün alışmış olduğumuz Osmanlı mezar taşı tipolojisi henüz şekil ve kitabe bakımından ortaya çıkmış değildir.

Osmanlı mezar taşını Osmanlı yapan en önemli unsurun serpuş, kavuk olduğu malumdur; çarpıcı ve çok rastlanan bir çeşit alameti farikadır bu. Serpuş meselesi Osmanlı mezar taşının esas itibariyle antropomorfik, yani insan şekilli olduğunu düşündürmektedir. Fakat konu üzerinde çalıştıkça biraz farklı bir yoruma gittikçe kuvvet kazanmaya başlamıştır. İnsan şekilli taşlara tabii ki hem Orta Asya'da, hem Anadolu'da rastlanmaktadır; örneğin Eskişehir tarafında insan suratlı, dolayısıyla antropomorfik özelliği çok belirgin mezar taşları görülebilmektedir. Ancak bir mezar taşındaki kavuğun mutlaka antropomorfik olması gerekmediği, asıl kaynağın farklı bir defin geleneği olduğu kanısındayım.

Osmanlı dönemi minyatürlerinde rastlayabileceğimiz örneklerde, örneğin İskender'in (İskender de "Osmanlı" yapılmıştır!) veya Kanuni'nin defnini sahneleyen minyatürlerde bir sandukanın içinde ceset ve başındaki kavuk tasvirinde kaygının bir insan tasviri yaratmak değil, o kişinin payesini, kimliğini ortaya çıkarmak olduğunu düşünmek gerekir. Kavuk burada bir statü sembolüdür.

15. yüzyıldan itibaren bu model mezar taşlarına yansımaya başlar. Bunun en belirgin ş ekli yatay bir lahdin ba şı nda yer alan kare kesitli bir dikit — bir tür kazık — ve bunun da üzerine oturtulmu ş bir serpuştur. Bunların lahitsizlerine de sıkça rastlanabilmektedir. Zamanla, kare kesitli dikitin ön cephesi zamanla genişler: Bunun sebebi ise metindir. Kitabeyi taşımak için kullanılan dikitin biraz daha yuvarlak bir form kazandırılmasıyla ya da genişletilmesiyle daha fazla yazının sığması sağlanır. Boyut ve şeklin değişmesiyle zaman içinde sandukanın atılıp metni taşıyacak dikitin kaldığı bir mezar taşına geçilir. Kadınlar için ise sarık, kavuk yerine hotoz denen geleneksel başlığı görürüz mezar taşlarında. Bu moda 19. yüzyılda devam etse de yavaş yavaş yok olup yerini çiçek motifine, kolye gibi süslere bırakır.

Esas itibariyle bence ilk çıktığında sadece serpuşu taşımak için kullanılan bu dikit, ister istemez yavaş yavaş antropomorfik bir hal almıştır. En azından boyun tasviri, süsler ortaya çıkmaya başlar. Bunun bir örneği olan Süleymaniye'deki duvaklı taştaki, tepede hotozda gelin teli- duvak arasındaki süsleme, ister istemez insan vücudu benzetmesi çağrıştırır. Hotozun zaman içinde yavaş yavaş yerini çiçeğe bırakmasının mantığı ise, erkeklerde serpuşun çeşidi ve manası çok fazlayken, kişi hakkında söyleyebileceği şeyler varken, hotozun, zaten kamu hayatına iştirak etmeyen kadınlar için özel bir mana teşkil etmemesidir. Fonksiyonel tarafını yitirince de daha dekoratif unsurlar — çiçek, meyva, bitki vs. — bunun yerini almaya başlar.

18.-19. yüzyılın tipik örneklerinde göğüsten yukarısı gittikçe insana benzer. Kitabeyi taşıyan bünyenin büyüdükçe vücuda benzemesi kaçınılmazdır. Serpuşlar moda ya da idari kararlar sonucu günlük hayatta değiştikçe, mezar taşlarındaki serpuş da değişir. Sarıkların yerini fesler alır. (Şapka devriminin muhtemel sonucu olarak fötr şapkalı veya kasketli mezar taşlarının ortaya çıkması beklenebilirdi, ama böyle bir evrim yaşanmadı.)

Osmanlılarda mezar taşlarının asıl amacı, taşı okunur ve kişiyi tanınır kılmaktı. Örneğin boynun etrafındaki kement, idam sonucu ölümün bir işaretiydi. Çiçek ise genelde kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirtmek için kullanılan bir işaretti ve bu durum genellikle metinle de beslenirdi. Görsel işaretlerle kişinin kimliği hakkında ipuçları vermek gibi bir kaygı söz konusudur.

Son dönem Osmanlı karikatürlerine bakarsanız, taş-insan benzerliğinin kullanıldığını görürsünüz. Kalem, Karagöz gibi dergilerde bu konuda örnekler mevcuttur. Daha geç tarihlerde, Abidin Dino'nun ölmüş Bektaşi arkadaşına yaslanmış sohbet eden bir Bektaşi çizimi yine güzel bir örnektir.

20. yüzyıl başında artık insan şekillilik çok bariz bir şekilde kabul görür. Burada çarpıcı olan, gayri İslami bir tavır alınmış olmasıdır. Giderek metinde dini bağlamdan kopuş, şekilde de dini anlamda epeyce aykırı sayılabilecek bir benzetme aracılığıyla bir gelişme söz konusudur.

Osmanlı dönemi mezar taşlarının nasıl şekil açısından değerlendirildiğinde Ahlat veya Bursa'daki eski dönem mezar taşlarıyla alakası giderek azalmışsa, metinde de benzer bir farklılık söz konusudur. Osmanlı öncesinde dini bir kontekste sıkı sıkıya bağlı kalan mezar taşında sadece tarih, kişinin kimliği gibi bilgiler ve hepsi Arapça olarak yazılan ayet veya hadisler yer alır. Bu durum, Osmanlı'nın ilk döneminde de devam eder. 16. yüzyılın sonlarından itibaren en büyük değişiklik, mezar taşında Arapça'nın çok nadir olarak, sadece dua cümlelerinde kullanılmasıdır. Kitabenin sentaksı ve kelime hazinesi artık Türkçedir. "Ruhu için Fatiha" cümlesine Osmanlı'dan önce hiç rastlanmaz. Bizim bugün alışık olduğumuz bu formül, bir Osmanlı yaratmasıdır. Hüve'l-baki ve muadili yakarışlar, münacatlar da, Osmanlı öncesinde kesinlikle yer almaz.

17. yüzyıl sonlarında ve özelikle 18. yüzyılda artık yeni bir format vardır ortada. Metin yakarışla başlar, Fatiha talebiyle biter; araya da ağırlıklı olarak Türkçe olan bir metin girer. Bu metnin en basit işlevi, kişiyi tanımlamaktır. Osmanlı mezar taşlarının en büyük özelliği, bu tanımlamayı giderek daha çetrefil hale getiriyor olmasıdır. Genellikle Osmanlı öncesinde de kimlik önemlidir ancak genellikle baba-oğul ilişkisiyle sınırlıdır. Osmanlı döneminin başlarında da böyle devam eder. İlerleyen dönemde yavaş yavaş daha belirleyici unsurlar yer alır. Zaman ilerledikçe ve metin genişledikçe artık iyice detaylı bilgilere rastlanır. Örneğin ilişkiler aktarılır. Özellikle de başka bir payesi, kamusal görüntüsü olmayan kadınları tarif etmek için babadan ve kocadan istifade edilir. Babanın kim olduğu, ne iş yaptığı gibi detaylara yer verilir. Asıl muhatap olan kadın ise neredeyse kaybolur. Mezar taşı, her ne kadar altına defnedilen kadın için hazırlanmış olsa da, bir işlevi de aileyi, ailenin kimliğini tanımlamaktır. Maksat o kişiyi sadece zikretmek değil, toplumsal olarak da konumlamaktır.

Bu durumun bir diğer tipik örneği damatlık ilişkileridir. Damat konumundaki kişinin, prestijli aileyle bağlantısı kullanılır. Ailede kim daha nüfuzluysa onun bağlantısı kurulur; örneğin kimi durumlarda babadan, kayınpederden hiç söz edilmeyip, önemli bir kişinin kızı olan kayınvalidenin adı zikredilir. Toplumsal dinamiklerin giderek çetrefil hale gelmesi ve giderek artan bir toplumsal kaygıyla, kişiye bir paye yaratılmaya çalışılır.

Osmanlı mezar taşlarında ikinci bir gelişme, şiirdir. Daha önce Arap mezar taşlarında tek tük hadise rastlanırdı. İran'daki mezar taşlarında ise şiir vardır; hatta Osmanlı'da ilk dönemlerde kitabede hadis ağırlıklı kitabenin arkasına Farsça bir şiirin eklendiği örnekler görülür. Fakat 17. yüzyıl sonlarından itibaren, özelikle de 18. yüzyılda, artık bu iş için —çoğunlukla basmakalıp— şiir üretimi başlar. Daha çok halk edebiyatına bağlanan, kişiyle ziyaretçi arasında bir diyaloga dayanan bir şiir edebiyatı gelişir.

Türkçe'nin kullanılması ve şiirlere yer verilmesiyle birlikte din dışılık içeren bir diğer öğe, mezar taşlarındaki metinlerde "duygu"ya yer verilmesidir. Daha önce, İslami geleneğe uygun olarak, ölüm karşısında bir duygu ifade etmek doğru değildi. Burada giderek, özellikle de şiir yoluyla, üzüntü, ayrılık, isyan gibi duygular işlenmeye başlar. Giderek aslında bir halk edebiyatı mezar taşlarına taşınır. Bu gelenek 18. yüzyılda İstanbul'dan başlayarak taşraya doğru yayılır. Toplumun çok küçük bir kesiminin okuryazar olduğunu düşünürseniz, mezar taşlarına bu kadar çok yazmanın ancak gösteriş manası taşıyabileceğini söylemek mümkündür. Bu yazıları okumanın tek yolu harf harf okumak da değildir. Nasıl ki bir dolmuşa bindiğinizde aynadan sarkan "Besmele"yi siz de okumadan tanıyabiliyorsunuz, taksi şoförü de; Osmanlı'da da çeşmelerdeki, camilerdeki, mezar taşlarındaki metinler, kitabeler de görsel olarak algılanmakta, eninde sonunda meali, işlevi anlaşılmaktadır.

Şiirlerden birkaçının bir araya getirilip destan halinde yazıldığı kitabelere de rastlanır. Önce hüve'l-baki veya muadili bir giriş, sonra şiirler, sonra kişinin kim ve kimlerden olduğunun belirtilmesi, en sonunda da Fatiha talebiyle tarih: Tekâmül etmiş olan İstanbul merkezli model budur.

Daha önce mezar taşları çok stereotipikken, 19. yüzyılda giderek özgün mezar taşları ortaya çıkar. Giderek iyi kötü bir şair tarafından yazılmış, kişiye has hikâyenin anlatıldığı, kelime oyunlarının bile yapıldığı metinlere rastlanmaya başlar. Özgün bir edebiyata doğru yol alınır ve taşlar giderek konuşkan bir hal alır. Hatta bu özgünlük ve kişiyi iyi anlatma derdi o hale gelir ki, mezar taşının ayak taşı süs vesaire için değil, ölen kişinin tercüme-i hali, doğumundan ölümüne kadarki görevleri için kullanılır.

Metindeki bu gelişmeler 19. yüzyılda mimari üslupta da giderek hissedilir. Sarık yok olmaya başlar, meşale şeklinde veya gotik mukarnas karışımı mimari unsurlar taşıyan, giderek büyüyen mücessem bir hal alan mezar taşları yapılır. 16. yüzyılda var olup sonra terk edilen sütun tipli mezar taşları yeniden canlanır. Metinde de bir modernite söz konusudur. Geleneksel metnin kelime hazinesi içinde, o kişinin hayatındaki moderniteden kaynaklı kelimeler yer almaya başlar.

1918 tarihli, iki sütunlu bir kabirde, 1. ulusal mimari adıyla anılan modernleşme lisanının taşa yansıması görülür. Bu mezarın bir diğer ilginç özelliği, iki kitabesi olmasıdır. Birinci kitabede gayet geleneksel bir metin yer alır. İkinci kitabede ise mezar sahibinin ölmeden kısa süre önce yazdığı bir şiir vardır. Sembolik olarak, hüve'l-baki ya da yakarış yerine şiirin başlığı yer alır. Bu şiirle birlikte bir mezar taşında noktalama da ilk kez kullanılır. Bu, hem mimari hem metin açısından modernitenin nereye varabileceğini gösteren örneklerden biridir.

Harf devrimiyle beraber bugünkü mezar taşı geleneğine gelinir: Beyaz bir taş üzerinde, isim, doğum ve ölüm tarihleri ve Fatiha isteyen bir cümle. Bütün bir edebiyat bıçakla kesilmiş gibidir. Geçiş döneminde nasıl bir değişikliğin yaşandığının anlaşılabilmesi için 1925-1935 arası dönemi incelemek gerekir.


İstanbul'da gündelik hayatımızın büyük bir kısmını beraber geçirdiğimiz çok sayıda mezarlık ve mezar taşıyla ilişkimiz muhtelif sebeplerden dolayı kopuktur; en azından çoğumuz okuyamamaktayız bu taşların üzerinde yazanları. Burada yapmaya çalışacağım, üzerlerindeki kitabelerinin kendisini ve zaman içindeki değişiminin ne manaya gelebileceğinden yola çıkarak, çok da açık olmayan birer obje gibi şehrin içinde yer alan bu mezar taşlarının şehir içinde nasıl bir rol oynadığını ve Osmanlı zihniyetinde nasıl yer aldığını anlatmak olacaktır.


Öncelikle "İstanbul", "Osmanlı" ve "Müslüman" kelimeleri üzerinde kısaca durmak istiyorum: "İstanbul", çünkü bu kent payitahttır; dolayısıyla burada ölüm kültürü ve yan ürünleri olan -sanatından tutun mimarisine kadar- çeşitli unsurlar bir model oluşturmuş ve bu model 15. yüzyılın sonlarından itibaren taşraya ihraç edilmiştir. İstanbul, sadece başkent olduğu için değil, mezarlık kültüründe bir model oluşturduğu için de çok önemli bir merkezdir. İmparatorluğun merkez bölgesi diyebileceğimiz Ankara ile Bulgaristan arasındaki bölgede mezar taşlarının şekil ve metin -yani kitabe- itibariyle büyük ölçüde İstanbul modeline uygun olduğunu söyleyebiliriz. İkincisi, "Osmanlı", çünkü mezar taşları ve mezarlıklar her ne kadar İslâmiyse de Osmanlı öncesinde, özellikle de fetih öncesi mezar taşlarından birçok noktada ayrılır ve kendine has bir Osmanlı mezar kültürünün doğuşunu beraberinde getirir. Bu açıdan Osmanlı mezar taşları gerçekten de "Osmanlı"dır ve bu mezar taşı kültürünün merkezi İstanbul'dur.

Şehrin fethinden itibaren, özellikle de Sultan Bayezid döneminde gelişen bir politikayla sur dışında defin geleneği başlamasına rağmen, büyük şuriçi mezarlıkları varlığını korumuş, bir kısmı da günümüze kadar gelebilmiştir. Ancak Osmanlı mezar taşlarına biraz hoyrat davranılmış, özellikle de Cumhuriyet döneminde şehirleşmeyle beraber kayıplara yol açılmıştır.

Osmanlı mezar taşının bir özelliği, görülmek isteğini yansıtmasıdır. Sokaktan geçen ile içerideki taşlar arasında göz kontaktı sağlamak önemlidir mezarlık mimarisinde. Bunun bilinen dini nedeni, Fatiha talebidir. Ancak daha arkada bir şatafat, gösteriş, "Ben, ailem ve sosyal konumum, buradayız" ifadesi yer alır; böylece de dini fonksiyon büyük ölçüde toplumsal bir fonksiyona dönüşür.

Şehrin yapısıyla iç içe, hem dışarıda hem içeride bir mezar kültürü söz konusudur. Taşların kendilerine bakacak olursak, Osmanlıların kendilerine has bir mezar tipolojisi geliştirmelerinin kökenleri için biraz geriye gitmek gerekir. Doğu Anadolu'da 12.-13. yüzyıla ait Ahlat mezar taşları abidevi mimari unsurlar halini alan, metnin nispeten az yer tuttuğu bir yapı arz eder. Bu taşların Osmanlı mezar taşları ile ne metin ne de şekil açısından bir ilişkisi bulunur. Yine Selçuklu döneminde çok rastlanan lahit, sanduka tipi mezardan bazı izler Osmanlı mezar taşlarında varsa da marjinaldir; şekil ve metin açısından tamamen farklıdır. Osmanlı Beyliği'nin ilk dönemlerinde, Bursa'daki, Muradiye'deki mezar taşlarına bakarsanız, örneklerini bütün ortaçağ Anadolu'sunda, hatta Arap ülkelerinde görebildiğiniz bir üslupla karşılaşırsınız. İstanbul'da, şehrin fethinden elli sene evvel bile bugün alışmış olduğumuz Osmanlı mezar taşı tipolojisi henüz şekil ve kitabe bakımından ortaya çıkmış değildir.

Osmanlı mezar taşını Osmanlı yapan en önemli unsurun serpuş, kavuk olduğu malumdur; çarpıcı ve çok rastlanan bir çeşit alameti farikadır bu. Serpuş meselesi Osmanlı mezar taşının esas itibariyle antropomorfik, yani insan şekilli olduğunu düşündürmektedir. Fakat konu üzerinde çalıştıkça biraz farklı bir yoruma gittikçe kuvvet kazanmaya başlamıştır. İnsan şekilli taşlara tabii ki hem Orta Asya'da, hem Anadolu'da rastlanmaktadır; örneğin Eskişehir tarafında insan suratlı, dolayısıyla antropomorfik özelliği çok belirgin mezar taşları görülebilmektedir. Ancak bir mezar taşındaki kavuğun mutlaka antropomorfik olması gerekmediği, asıl kaynağın farklı bir defin geleneği olduğu kanısındayım.

Osmanlı dönemi minyatürlerinde rastlayabileceğimiz örneklerde, örneğin İskender'in (İskender de "Osmanlı" yapılmıştır!) veya Kanuni'nin defnini sahneleyen minyatürlerde bir sandukanın içinde ceset ve başındaki kavuk tasvirinde kaygının bir insan tasviri yaratmak değil, o kişinin payesini, kimliğini ortaya çıkarmak olduğunu düşünmek gerekir. Kavuk burada bir statü sembolüdür.

15. yüzyıldan itibaren bu model mezar taşlarına yansımaya başlar. Bunun en belirgin ş ekli yatay bir lahdin ba şı nda yer alan kare kesitli bir dikit — bir tür kazık — ve bunun da üzerine oturtulmu ş bir serpuştur. Bunların lahitsizlerine de sıkça rastlanabilmektedir. Zamanla, kare kesitli dikitin ön cephesi zamanla genişler: Bunun sebebi ise metindir. Kitabeyi taşımak için kullanılan dikitin biraz daha yuvarlak bir form kazandırılmasıyla ya da genişletilmesiyle daha fazla yazının sığması sağlanır. Boyut ve şeklin değişmesiyle zaman içinde sandukanın atılıp metni taşıyacak dikitin kaldığı bir mezar taşına geçilir. Kadınlar için ise sarık, kavuk yerine hotoz denen geleneksel başlığı görürüz mezar taşlarında. Bu moda 19. yüzyılda devam etse de yavaş yavaş yok olup yerini çiçek motifine, kolye gibi süslere bırakır.

Esas itibariyle bence ilk çıktığında sadece serpuşu taşımak için kullanılan bu dikit, ister istemez yavaş yavaş antropomorfik bir hal almıştır. En azından boyun tasviri, süsler ortaya çıkmaya başlar. Bunun bir örneği olan Süleymaniye'deki duvaklı taştaki, tepede hotozda gelin teli- duvak arasındaki süsleme, ister istemez insan vücudu benzetmesi çağrıştırır. Hotozun zaman içinde yavaş yavaş yerini çiçeğe bırakmasının mantığı ise, erkeklerde serpuşun çeşidi ve manası çok fazlayken, kişi hakkında söyleyebileceği şeyler varken, hotozun, zaten kamu hayatına iştirak etmeyen kadınlar için özel bir mana teşkil etmemesidir. Fonksiyonel tarafını yitirince de daha dekoratif unsurlar — çiçek, meyva, bitki vs. — bunun yerini almaya başlar.

18.-19. yüzyılın tipik örneklerinde göğüsten yukarısı gittikçe insana benzer. Kitabeyi taşıyan bünyenin büyüdükçe vücuda benzemesi kaçınılmazdır. Serpuşlar moda ya da idari kararlar sonucu günlük hayatta değiştikçe, mezar taşlarındaki serpuş da değişir. Sarıkların yerini fesler alır. (Şapka devriminin muhtemel sonucu olarak fötr şapkalı veya kasketli mezar taşlarının ortaya çıkması beklenebilirdi, ama böyle bir evrim yaşanmadı.)

Osmanlılarda mezar taşlarının asıl amacı, taşı okunur ve kişiyi tanınır kılmaktı. Örneğin boynun etrafındaki kement, idam sonucu ölümün bir işaretiydi. Çiçek ise genelde kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirtmek için kullanılan bir işaretti ve bu durum genellikle metinle de beslenirdi. Görsel işaretlerle kişinin kimliği hakkında ipuçları vermek gibi bir kaygı söz konusudur.

Son dönem Osmanlı karikatürlerine bakarsanız, taş-insan benzerliğinin kullanıldığını görürsünüz. Kalem, Karagöz gibi dergilerde bu konuda örnekler mevcuttur. Daha geç tarihlerde, Abidin Dino'nun ölmüş Bektaşi arkadaşına yaslanmış sohbet eden bir Bektaşi çizimi yine güzel bir örnektir.

20. yüzyıl başında artık insan şekillilik çok bariz bir şekilde kabul görür. Burada çarpıcı olan, gayri İslami bir tavır alınmış olmasıdır. Giderek metinde dini bağlamdan kopuş, şekilde de dini anlamda epeyce aykırı sayılabilecek bir benzetme aracılığıyla bir gelişme söz konusudur.

Osmanlı dönemi mezar taşlarının nasıl şekil açısından değerlendirildiğinde Ahlat veya Bursa'daki eski dönem mezar taşlarıyla alakası giderek azalmışsa, metinde de benzer bir farklılık söz konusudur. Osmanlı öncesinde dini bir kontekste sıkı sıkıya bağlı kalan mezar taşında sadece tarih, kişinin kimliği gibi bilgiler ve hepsi Arapça olarak yazılan ayet veya hadisler yer alır. Bu durum, Osmanlı'nın ilk döneminde de devam eder. 16. yüzyılın sonlarından itibaren en büyük değişiklik, mezar taşında Arapça'nın çok nadir olarak, sadece dua cümlelerinde kullanılmasıdır. Kitabenin sentaksı ve kelime hazinesi artık Türkçedir. "Ruhu için Fatiha" cümlesine Osmanlı'dan önce hiç rastlanmaz. Bizim bugün alışık olduğumuz bu formül, bir Osmanlı yaratmasıdır. Hüve'l-baki ve muadili yakarışlar, münacatlar da, Osmanlı öncesinde kesinlikle yer almaz.

17. yüzyıl sonlarında ve özelikle 18. yüzyılda artık yeni bir format vardır ortada. Metin yakarışla başlar, Fatiha talebiyle biter; araya da ağırlıklı olarak Türkçe olan bir metin girer. Bu metnin en basit işlevi, kişiyi tanımlamaktır. Osmanlı mezar taşlarının en büyük özelliği, bu tanımlamayı giderek daha çetrefil hale getiriyor olmasıdır. Genellikle Osmanlı öncesinde de kimlik önemlidir ancak genellikle baba-oğul ilişkisiyle sınırlıdır. Osmanlı döneminin başlarında da böyle devam eder. İlerleyen dönemde yavaş yavaş daha belirleyici unsurlar yer alır. Zaman ilerledikçe ve metin genişledikçe artık iyice detaylı bilgilere rastlanır. Örneğin ilişkiler aktarılır. Özellikle de başka bir payesi, kamusal görüntüsü olmayan kadınları tarif etmek için babadan ve kocadan istifade edilir. Babanın kim olduğu, ne iş yaptığı gibi detaylara yer verilir. Asıl muhatap olan kadın ise neredeyse kaybolur. Mezar taşı, her ne kadar altına defnedilen kadın için hazırlanmış olsa da, bir işlevi de aileyi, ailenin kimliğini tanımlamaktır. Maksat o kişiyi sadece zikretmek değil, toplumsal olarak da konumlamaktır.

Bu durumun bir diğer tipik örneği damatlık ilişkileridir. Damat konumundaki kişinin, prestijli aileyle bağlantısı kullanılır. Ailede kim daha nüfuzluysa onun bağlantısı kurulur; örneğin kimi durumlarda babadan, kayınpederden hiç söz edilmeyip, önemli bir kişinin kızı olan kayınvalidenin adı zikredilir. Toplumsal dinamiklerin giderek çetrefil hale gelmesi ve giderek artan bir toplumsal kaygıyla, kişiye bir paye yaratılmaya çalışılır.

Osmanlı mezar taşlarında ikinci bir gelişme, şiirdir. Daha önce Arap mezar taşlarında tek tük hadise rastlanırdı. İran'daki mezar taşlarında ise şiir vardır; hatta Osmanlı'da ilk dönemlerde kitabede hadis ağırlıklı kitabenin arkasına Farsça bir şiirin eklendiği örnekler görülür. Fakat 17. yüzyıl sonlarından itibaren, özelikle de 18. yüzyılda, artık bu iş için —çoğunlukla basmakalıp— şiir üretimi başlar. Daha çok halk edebiyatına bağlanan, kişiyle ziyaretçi arasında bir diyaloga dayanan bir şiir edebiyatı gelişir.

Türkçe'nin kullanılması ve şiirlere yer verilmesiyle birlikte din dışılık içeren bir diğer öğe, mezar taşlarındaki metinlerde "duygu"ya yer verilmesidir. Daha önce, İslami geleneğe uygun olarak, ölüm karşısında bir duygu ifade etmek doğru değildi. Burada giderek, özellikle de şiir yoluyla, üzüntü, ayrılık, isyan gibi duygular işlenmeye başlar. Giderek aslında bir halk edebiyatı mezar taşlarına taşınır. Bu gelenek 18. yüzyılda İstanbul'dan başlayarak taşraya doğru yayılır. Toplumun çok küçük bir kesiminin okuryazar olduğunu düşünürseniz, mezar taşlarına bu kadar çok yazmanın ancak gösteriş manası taşıyabileceğini söylemek mümkündür. Bu yazıları okumanın tek yolu harf harf okumak da değildir. Nasıl ki bir dolmuşa bindiğinizde aynadan sarkan "Besmele"yi siz de okumadan tanıyabiliyorsunuz, taksi şoförü de; Osmanlı'da da çeşmelerdeki, camilerdeki, mezar taşlarındaki metinler, kitabeler de görsel olarak algılanmakta, eninde sonunda meali, işlevi anlaşılmaktadır.

Şiirlerden birkaçının bir araya getirilip destan halinde yazıldığı kitabelere de rastlanır. Önce hüve'l-baki veya muadili bir giriş, sonra şiirler, sonra kişinin kim ve kimlerden olduğunun belirtilmesi, en sonunda da Fatiha talebiyle tarih: Tekâmül etmiş olan İstanbul merkezli model budur.

Daha önce mezar taşları çok stereotipikken, 19. yüzyılda giderek özgün mezar taşları ortaya çıkar. Giderek iyi kötü bir şair tarafından yazılmış, kişiye has hikâyenin anlatıldığı, kelime oyunlarının bile yapıldığı metinlere rastlanmaya başlar. Özgün bir edebiyata doğru yol alınır ve taşlar giderek konuşkan bir hal alır. Hatta bu özgünlük ve kişiyi iyi anlatma derdi o hale gelir ki, mezar taşının ayak taşı süs vesaire için değil, ölen kişinin tercüme-i hali, doğumundan ölümüne kadarki görevleri için kullanılır.

Metindeki bu gelişmeler 19. yüzyılda mimari üslupta da giderek hissedilir. Sarık yok olmaya başlar, meşale şeklinde veya gotik mukarnas karışımı mimari unsurlar taşıyan, giderek büyüyen mücessem bir hal alan mezar taşları yapılır. 16. yüzyılda var olup sonra terk edilen sütun tipli mezar taşları yeniden canlanır. Metinde de bir modernite söz konusudur. Geleneksel metnin kelime hazinesi içinde, o kişinin hayatındaki moderniteden kaynaklı kelimeler yer almaya başlar.

1918 tarihli, iki sütunlu bir kabirde, 1. ulusal mimari adıyla anılan modernleşme lisanının taşa yansıması görülür. Bu mezarın bir diğer ilginç özelliği, iki kitabesi olmasıdır. Birinci kitabede gayet geleneksel bir metin yer alır. İkinci kitabede ise mezar sahibinin ölmeden kısa süre önce yazdığı bir şiir vardır. Sembolik olarak, hüve'l-baki ya da yakarış yerine şiirin başlığı yer alır. Bu şiirle birlikte bir mezar taşında noktalama da ilk kez kullanılır. Bu, hem mimari hem metin açısından modernitenin nereye varabileceğini gösteren örneklerden biridir.

Harf devrimiyle beraber bugünkü mezar taşı geleneğine gelinir: Beyaz bir taş üzerinde, isim, doğum ve ölüm tarihleri ve Fatiha isteyen bir cümle. Bütün bir edebiyat bıçakla kesilmiş gibidir. Geçiş döneminde nasıl bir değişikliğin yaşandığının anlaşılabilmesi için 1925-1935 arası dönemi incelemek gerekir.



İstanbul'da gündelik hayatımızın büyük bir kısmını beraber geçirdiğimiz çok sayıda mezarlık ve mezar taşıyla ilişkimiz muhtelif sebeplerden dolayı kopuktur; en azından çoğumuz okuyamamaktayız bu taşların üzerinde yazanları. Burada yapmaya çalışacağım, üzerlerindeki kitabelerinin kendisini ve zaman içindeki değişiminin ne manaya gelebileceğinden yola çıkarak, çok da açık olmayan birer obje gibi şehrin içinde yer alan bu mezar taşlarının şehir içinde nasıl bir rol oynadığını ve Osmanlı zihniyetinde nasıl yer aldığını anlatmak olacaktır.


Öncelikle "İstanbul", "Osmanlı" ve "Müslüman" kelimeleri üzerinde kısaca durmak istiyorum: "İstanbul", çünkü bu kent payitahttır; dolayısıyla burada ölüm kültürü ve yan ürünleri olan -sanatından tutun mimarisine kadar- çeşitli unsurlar bir model oluşturmuş ve bu model 15. yüzyılın sonlarından itibaren taşraya ihraç edilmiştir. İstanbul, sadece başkent olduğu için değil, mezarlık kültüründe bir model oluşturduğu için de çok önemli bir merkezdir. İmparatorluğun merkez bölgesi diyebileceğimiz Ankara ile Bulgaristan arasındaki bölgede mezar taşlarının şekil ve metin -yani kitabe- itibariyle büyük ölçüde İstanbul modeline uygun olduğunu söyleyebiliriz. İkincisi, "Osmanlı", çünkü mezar taşları ve mezarlıklar her ne kadar İslâmiyse de Osmanlı öncesinde, özellikle de fetih öncesi mezar taşlarından birçok noktada ayrılır ve kendine has bir Osmanlı mezar kültürünün doğuşunu beraberinde getirir. Bu açıdan Osmanlı mezar taşları gerçekten de "Osmanlı"dır ve bu mezar taşı kültürünün merkezi İstanbul'dur.

Şehrin fethinden itibaren, özellikle de Sultan Bayezid döneminde gelişen bir politikayla sur dışında defin geleneği başlamasına rağmen, büyük şuriçi mezarlıkları varlığını korumuş, bir kısmı da günümüze kadar gelebilmiştir. Ancak Osmanlı mezar taşlarına biraz hoyrat davranılmış, özellikle de Cumhuriyet döneminde şehirleşmeyle beraber kayıplara yol açılmıştır.

Osmanlı mezar taşının bir özelliği, görülmek isteğini yansıtmasıdır. Sokaktan geçen ile içerideki taşlar arasında göz kontaktı sağlamak önemlidir mezarlık mimarisinde. Bunun bilinen dini nedeni, Fatiha talebidir. Ancak daha arkada bir şatafat, gösteriş, "Ben, ailem ve sosyal konumum, buradayız" ifadesi yer alır; böylece de dini fonksiyon büyük ölçüde toplumsal bir fonksiyona dönüşür.

Şehrin yapısıyla iç içe, hem dışarıda hem içeride bir mezar kültürü söz konusudur. Taşların kendilerine bakacak olursak, Osmanlıların kendilerine has bir mezar tipolojisi geliştirmelerinin kökenleri için biraz geriye gitmek gerekir. Doğu Anadolu'da 12.-13. yüzyıla ait Ahlat mezar taşları abidevi mimari unsurlar halini alan, metnin nispeten az yer tuttuğu bir yapı arz eder. Bu taşların Osmanlı mezar taşları ile ne metin ne de şekil açısından bir ilişkisi bulunur. Yine Selçuklu döneminde çok rastlanan lahit, sanduka tipi mezardan bazı izler Osmanlı mezar taşlarında varsa da marjinaldir; şekil ve metin açısından tamamen farklıdır. Osmanlı Beyliği'nin ilk dönemlerinde, Bursa'daki, Muradiye'deki mezar taşlarına bakarsanız, örneklerini bütün ortaçağ Anadolu'sunda, hatta Arap ülkelerinde görebildiğiniz bir üslupla karşılaşırsınız. İstanbul'da, şehrin fethinden elli sene evvel bile bugün alışmış olduğumuz Osmanlı mezar taşı tipolojisi henüz şekil ve kitabe bakımından ortaya çıkmış değildir.

Osmanlı mezar taşını Osmanlı yapan en önemli unsurun serpuş, kavuk olduğu malumdur; çarpıcı ve çok rastlanan bir çeşit alameti farikadır bu. Serpuş meselesi Osmanlı mezar taşının esas itibariyle antropomorfik, yani insan şekilli olduğunu düşündürmektedir. Fakat konu üzerinde çalıştıkça biraz farklı bir yoruma gittikçe kuvvet kazanmaya başlamıştır. İnsan şekilli taşlara tabii ki hem Orta Asya'da, hem Anadolu'da rastlanmaktadır; örneğin Eskişehir tarafında insan suratlı, dolayısıyla antropomorfik özelliği çok belirgin mezar taşları görülebilmektedir. Ancak bir mezar taşındaki kavuğun mutlaka antropomorfik olması gerekmediği, asıl kaynağın farklı bir defin geleneği olduğu kanısındayım.

Osmanlı dönemi minyatürlerinde rastlayabileceğimiz örneklerde, örneğin İskender'in (İskender de "Osmanlı" yapılmıştır!) veya Kanuni'nin defnini sahneleyen minyatürlerde bir sandukanın içinde ceset ve başındaki kavuk tasvirinde kaygının bir insan tasviri yaratmak değil, o kişinin payesini, kimliğini ortaya çıkarmak olduğunu düşünmek gerekir. Kavuk burada bir statü sembolüdür.

15. yüzyıldan itibaren bu model mezar taşlarına yansımaya başlar. Bunun en belirgin ş ekli yatay bir lahdin ba şı nda yer alan kare kesitli bir dikit — bir tür kazık — ve bunun da üzerine oturtulmu ş bir serpuştur. Bunların lahitsizlerine de sıkça rastlanabilmektedir. Zamanla, kare kesitli dikitin ön cephesi zamanla genişler: Bunun sebebi ise metindir. Kitabeyi taşımak için kullanılan dikitin biraz daha yuvarlak bir form kazandırılmasıyla ya da genişletilmesiyle daha fazla yazının sığması sağlanır. Boyut ve şeklin değişmesiyle zaman içinde sandukanın atılıp metni taşıyacak dikitin kaldığı bir mezar taşına geçilir. Kadınlar için ise sarık, kavuk yerine hotoz denen geleneksel başlığı görürüz mezar taşlarında. Bu moda 19. yüzyılda devam etse de yavaş yavaş yok olup yerini çiçek motifine, kolye gibi süslere bırakır.

Esas itibariyle bence ilk çıktığında sadece serpuşu taşımak için kullanılan bu dikit, ister istemez yavaş yavaş antropomorfik bir hal almıştır. En azından boyun tasviri, süsler ortaya çıkmaya başlar. Bunun bir örneği olan Süleymaniye'deki duvaklı taştaki, tepede hotozda gelin teli- duvak arasındaki süsleme, ister istemez insan vücudu benzetmesi çağrıştırır. Hotozun zaman içinde yavaş yavaş yerini çiçeğe bırakmasının mantığı ise, erkeklerde serpuşun çeşidi ve manası çok fazlayken, kişi hakkında söyleyebileceği şeyler varken, hotozun, zaten kamu hayatına iştirak etmeyen kadınlar için özel bir mana teşkil etmemesidir. Fonksiyonel tarafını yitirince de daha dekoratif unsurlar — çiçek, meyva, bitki vs. — bunun yerini almaya başlar.

18.-19. yüzyılın tipik örneklerinde göğüsten yukarısı gittikçe insana benzer. Kitabeyi taşıyan bünyenin büyüdükçe vücuda benzemesi kaçınılmazdır. Serpuşlar moda ya da idari kararlar sonucu günlük hayatta değiştikçe, mezar taşlarındaki serpuş da değişir. Sarıkların yerini fesler alır. (Şapka devriminin muhtemel sonucu olarak fötr şapkalı veya kasketli mezar taşlarının ortaya çıkması beklenebilirdi, ama böyle bir evrim yaşanmadı.)

Osmanlılarda mezar taşlarının asıl amacı, taşı okunur ve kişiyi tanınır kılmaktı. Örneğin boynun etrafındaki kement, idam sonucu ölümün bir işaretiydi. Çiçek ise genelde kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirtmek için kullanılan bir işaretti ve bu durum genellikle metinle de beslenirdi. Görsel işaretlerle kişinin kimliği hakkında ipuçları vermek gibi bir kaygı söz konusudur.

Son dönem Osmanlı karikatürlerine bakarsanız, taş-insan benzerliğinin kullanıldığını görürsünüz. Kalem, Karagöz gibi dergilerde bu konuda örnekler mevcuttur. Daha geç tarihlerde, Abidin Dino'nun ölmüş Bektaşi arkadaşına yaslanmış sohbet eden bir Bektaşi çizimi yine güzel bir örnektir.

20. yüzyıl başında artık insan şekillilik çok bariz bir şekilde kabul görür. Burada çarpıcı olan, gayri İslami bir tavır alınmış olmasıdır. Giderek metinde dini bağlamdan kopuş, şekilde de dini anlamda epeyce aykırı sayılabilecek bir benzetme aracılığıyla bir gelişme söz konusudur.

Osmanlı dönemi mezar taşlarının nasıl şekil açısından değerlendirildiğinde Ahlat veya Bursa'daki eski dönem mezar taşlarıyla alakası giderek azalmışsa, metinde de benzer bir farklılık söz konusudur. Osmanlı öncesinde dini bir kontekste sıkı sıkıya bağlı kalan mezar taşında sadece tarih, kişinin kimliği gibi bilgiler ve hepsi Arapça olarak yazılan ayet veya hadisler yer alır. Bu durum, Osmanlı'nın ilk döneminde de devam eder. 16. yüzyılın sonlarından itibaren en büyük değişiklik, mezar taşında Arapça'nın çok nadir olarak, sadece dua cümlelerinde kullanılmasıdır. Kitabenin sentaksı ve kelime hazinesi artık Türkçedir. "Ruhu için Fatiha" cümlesine Osmanlı'dan önce hiç rastlanmaz. Bizim bugün alışık olduğumuz bu formül, bir Osmanlı yaratmasıdır. Hüve'l-baki ve muadili yakarışlar, münacatlar da, Osmanlı öncesinde kesinlikle yer almaz.

17. yüzyıl sonlarında ve özelikle 18. yüzyılda artık yeni bir format vardır ortada. Metin yakarışla başlar, Fatiha talebiyle biter; araya da ağırlıklı olarak Türkçe olan bir metin girer. Bu metnin en basit işlevi, kişiyi tanımlamaktır. Osmanlı mezar taşlarının en büyük özelliği, bu tanımlamayı giderek daha çetrefil hale getiriyor olmasıdır. Genellikle Osmanlı öncesinde de kimlik önemlidir ancak genellikle baba-oğul ilişkisiyle sınırlıdır. Osmanlı döneminin başlarında da böyle devam eder. İlerleyen dönemde yavaş yavaş daha belirleyici unsurlar yer alır. Zaman ilerledikçe ve metin genişledikçe artık iyice detaylı bilgilere rastlanır. Örneğin ilişkiler aktarılır. Özellikle de başka bir payesi, kamusal görüntüsü olmayan kadınları tarif etmek için babadan ve kocadan istifade edilir. Babanın kim olduğu, ne iş yaptığı gibi detaylara yer verilir. Asıl muhatap olan kadın ise neredeyse kaybolur. Mezar taşı, her ne kadar altına defnedilen kadın için hazırlanmış olsa da, bir işlevi de aileyi, ailenin kimliğini tanımlamaktır. Maksat o kişiyi sadece zikretmek değil, toplumsal olarak da konumlamaktır.

Bu durumun bir diğer tipik örneği damatlık ilişkileridir. Damat konumundaki kişinin, prestijli aileyle bağlantısı kullanılır. Ailede kim daha nüfuzluysa onun bağlantısı kurulur; örneğin kimi durumlarda babadan, kayınpederden hiç söz edilmeyip, önemli bir kişinin kızı olan kayınvalidenin adı zikredilir. Toplumsal dinamiklerin giderek çetrefil hale gelmesi ve giderek artan bir toplumsal kaygıyla, kişiye bir paye yaratılmaya çalışılır.

Osmanlı mezar taşlarında ikinci bir gelişme, şiirdir. Daha önce Arap mezar taşlarında tek tük hadise rastlanırdı. İran'daki mezar taşlarında ise şiir vardır; hatta Osmanlı'da ilk dönemlerde kitabede hadis ağırlıklı kitabenin arkasına Farsça bir şiirin eklendiği örnekler görülür. Fakat 17. yüzyıl sonlarından itibaren, özelikle de 18. yüzyılda, artık bu iş için —çoğunlukla basmakalıp— şiir üretimi başlar. Daha çok halk edebiyatına bağlanan, kişiyle ziyaretçi arasında bir diyaloga dayanan bir şiir edebiyatı gelişir.

Türkçe'nin kullanılması ve şiirlere yer verilmesiyle birlikte din dışılık içeren bir diğer öğe, mezar taşlarındaki metinlerde "duygu"ya yer verilmesidir. Daha önce, İslami geleneğe uygun olarak, ölüm karşısında bir duygu ifade etmek doğru değildi. Burada giderek, özellikle de şiir yoluyla, üzüntü, ayrılık, isyan gibi duygular işlenmeye başlar. Giderek aslında bir halk edebiyatı mezar taşlarına taşınır. Bu gelenek 18. yüzyılda İstanbul'dan başlayarak taşraya doğru yayılır. Toplumun çok küçük bir kesiminin okuryazar olduğunu düşünürseniz, mezar taşlarına bu kadar çok yazmanın ancak gösteriş manası taşıyabileceğini söylemek mümkündür. Bu yazıları okumanın tek yolu harf harf okumak da değildir. Nasıl ki bir dolmuşa bindiğinizde aynadan sarkan "Besmele"yi siz de okumadan tanıyabiliyorsunuz, taksi şoförü de; Osmanlı'da da çeşmelerdeki, camilerdeki, mezar taşlarındaki metinler, kitabeler de görsel olarak algılanmakta, eninde sonunda meali, işlevi anlaşılmaktadır.

Şiirlerden birkaçının bir araya getirilip destan halinde yazıldığı kitabelere de rastlanır. Önce hüve'l-baki veya muadili bir giriş, sonra şiirler, sonra kişinin kim ve kimlerden olduğunun belirtilmesi, en sonunda da Fatiha talebiyle tarih: Tekâmül etmiş olan İstanbul merkezli model budur.

Daha önce mezar taşları çok stereotipikken, 19. yüzyılda giderek özgün mezar taşları ortaya çıkar. Giderek iyi kötü bir şair tarafından yazılmış, kişiye has hikâyenin anlatıldığı, kelime oyunlarının bile yapıldığı metinlere rastlanmaya başlar. Özgün bir edebiyata doğru yol alınır ve taşlar giderek konuşkan bir hal alır. Hatta bu özgünlük ve kişiyi iyi anlatma derdi o hale gelir ki, mezar taşının ayak taşı süs vesaire için değil, ölen kişinin tercüme-i hali, doğumundan ölümüne kadarki görevleri için kullanılır.

Metindeki bu gelişmeler 19. yüzyılda mimari üslupta da giderek hissedilir. Sarık yok olmaya başlar, meşale şeklinde veya gotik mukarnas karışımı mimari unsurlar taşıyan, giderek büyüyen mücessem bir hal alan mezar taşları yapılır. 16. yüzyılda var olup sonra terk edilen sütun tipli mezar taşları yeniden canlanır. Metinde de bir modernite söz konusudur. Geleneksel metnin kelime hazinesi içinde, o kişinin hayatındaki moderniteden kaynaklı kelimeler yer almaya başlar.

1918 tarihli, iki sütunlu bir kabirde, 1. ulusal mimari adıyla anılan modernleşme lisanının taşa yansıması görülür. Bu mezarın bir diğer ilginç özelliği, iki kitabesi olmasıdır. Birinci kitabede gayet geleneksel bir metin yer alır. İkinci kitabede ise mezar sahibinin ölmeden kısa süre önce yazdığı bir şiir vardır. Sembolik olarak, hüve'l-baki ya da yakarış yerine şiirin başlığı yer alır. Bu şiirle birlikte bir mezar taşında noktalama da ilk kez kullanılır. Bu, hem mimari hem metin açısından modernitenin nereye varabileceğini gösteren örneklerden biridir.

Harf devrimiyle beraber bugünkü mezar taşı geleneğine gelinir: Beyaz bir taş üzerinde, isim, doğum ve ölüm tarihleri ve Fatiha isteyen bir cümle. Bütün bir edebiyat bıçakla kesilmiş gibidir. Geçiş döneminde nasıl bir değişikliğin yaşandığının anlaşılabilmesi için 1925-1935 arası dönemi incelemek gerekir.



İstanbul'da gündelik hayatımızın büyük bir kısmını beraber geçirdiğimiz çok sayıda mezarlık ve mezar taşıyla ilişkimiz muhtelif sebeplerden dolayı kopuktur; en azından çoğumuz okuyamamaktayız bu taşların üzerinde yazanları. Burada yapmaya çalışacağım, üzerlerindeki kitabelerinin kendisini ve zaman içindeki değişiminin ne manaya gelebileceğinden yola çıkarak, çok da açık olmayan birer obje gibi şehrin içinde yer alan bu mezar taşlarının şehir içinde nasıl bir rol oynadığını ve Osmanlı zihniyetinde nasıl yer aldığını anlatmak olacaktır.


Öncelikle "İstanbul", "Osmanlı" ve "Müslüman" kelimeleri üzerinde kısaca durmak istiyorum: "İstanbul", çünkü bu kent payitahttır; dolayısıyla burada ölüm kültürü ve yan ürünleri olan -sanatından tutun mimarisine kadar- çeşitli unsurlar bir model oluşturmuş ve bu model 15. yüzyılın sonlarından itibaren taşraya ihraç edilmiştir. İstanbul, sadece başkent olduğu için değil, mezarlık kültüründe bir model oluşturduğu için de çok önemli bir merkezdir. İmparatorluğun merkez bölgesi diyebileceğimiz Ankara ile Bulgaristan arasındaki bölgede mezar taşlarının şekil ve metin -yani kitabe- itibariyle büyük ölçüde İstanbul modeline uygun olduğunu söyleyebiliriz. İkincisi, "Osmanlı", çünkü mezar taşları ve mezarlıklar her ne kadar İslâmiyse de Osmanlı öncesinde, özellikle de fetih öncesi mezar taşlarından birçok noktada ayrılır ve kendine has bir Osmanlı mezar kültürünün doğuşunu beraberinde getirir. Bu açıdan Osmanlı mezar taşları gerçekten de "Osmanlı"dır ve bu mezar taşı kültürünün merkezi İstanbul'dur.

Şehrin fethinden itibaren, özellikle de Sultan Bayezid döneminde gelişen bir politikayla sur dışında defin geleneği başlamasına rağmen, büyük şuriçi mezarlıkları varlığını korumuş, bir kısmı da günümüze kadar gelebilmiştir. Ancak Osmanlı mezar taşlarına biraz hoyrat davranılmış, özellikle de Cumhuriyet döneminde şehirleşmeyle beraber kayıplara yol açılmıştır.

Osmanlı mezar taşının bir özelliği, görülmek isteğini yansıtmasıdır. Sokaktan geçen ile içerideki taşlar arasında göz kontaktı sağlamak önemlidir mezarlık mimarisinde. Bunun bilinen dini nedeni, Fatiha talebidir. Ancak daha arkada bir şatafat, gösteriş, "Ben, ailem ve sosyal konumum, buradayız" ifadesi yer alır; böylece de dini fonksiyon büyük ölçüde toplumsal bir fonksiyona dönüşür.

Şehrin yapısıyla iç içe, hem dışarıda hem içeride bir mezar kültürü söz konusudur. Taşların kendilerine bakacak olursak, Osmanlıların kendilerine has bir mezar tipolojisi geliştirmelerinin kökenleri için biraz geriye gitmek gerekir. Doğu Anadolu'da 12.-13. yüzyıla ait Ahlat mezar taşları abidevi mimari unsurlar halini alan, metnin nispeten az yer tuttuğu bir yapı arz eder. Bu taşların Osmanlı mezar taşları ile ne metin ne de şekil açısından bir ilişkisi bulunur. Yine Selçuklu döneminde çok rastlanan lahit, sanduka tipi mezardan bazı izler Osmanlı mezar taşlarında varsa da marjinaldir; şekil ve metin açısından tamamen farklıdır. Osmanlı Beyliği'nin ilk dönemlerinde, Bursa'daki, Muradiye'deki mezar taşlarına bakarsanız, örneklerini bütün ortaçağ Anadolu'sunda, hatta Arap ülkelerinde görebildiğiniz bir üslupla karşılaşırsınız. İstanbul'da, şehrin fethinden elli sene evvel bile bugün alışmış olduğumuz Osmanlı mezar taşı tipolojisi henüz şekil ve kitabe bakımından ortaya çıkmış değildir.

Osmanlı mezar taşını Osmanlı yapan en önemli unsurun serpuş, kavuk olduğu malumdur; çarpıcı ve çok rastlanan bir çeşit alameti farikadır bu. Serpuş meselesi Osmanlı mezar taşının esas itibariyle antropomorfik, yani insan şekilli olduğunu düşündürmektedir. Fakat konu üzerinde çalıştıkça biraz farklı bir yoruma gittikçe kuvvet kazanmaya başlamıştır. İnsan şekilli taşlara tabii ki hem Orta Asya'da, hem Anadolu'da rastlanmaktadır; örneğin Eskişehir tarafında insan suratlı, dolayısıyla antropomorfik özelliği çok belirgin mezar taşları görülebilmektedir. Ancak bir mezar taşındaki kavuğun mutlaka antropomorfik olması gerekmediği, asıl kaynağın farklı bir defin geleneği olduğu kanısındayım.

Osmanlı dönemi minyatürlerinde rastlayabileceğimiz örneklerde, örneğin İskender'in (İskender de "Osmanlı" yapılmıştır!) veya Kanuni'nin defnini sahneleyen minyatürlerde bir sandukanın içinde ceset ve başındaki kavuk tasvirinde kaygının bir insan tasviri yaratmak değil, o kişinin payesini, kimliğini ortaya çıkarmak olduğunu düşünmek gerekir. Kavuk burada bir statü sembolüdür.

15. yüzyıldan itibaren bu model mezar taşlarına yansımaya başlar. Bunun en belirgin ş ekli yatay bir lahdin ba şı nda yer alan kare kesitli bir dikit — bir tür kazık — ve bunun da üzerine oturtulmu ş bir serpuştur. Bunların lahitsizlerine de sıkça rastlanabilmektedir. Zamanla, kare kesitli dikitin ön cephesi zamanla genişler: Bunun sebebi ise metindir. Kitabeyi taşımak için kullanılan dikitin biraz daha yuvarlak bir form kazandırılmasıyla ya da genişletilmesiyle daha fazla yazının sığması sağlanır. Boyut ve şeklin değişmesiyle zaman içinde sandukanın atılıp metni taşıyacak dikitin kaldığı bir mezar taşına geçilir. Kadınlar için ise sarık, kavuk yerine hotoz denen geleneksel başlığı görürüz mezar taşlarında. Bu moda 19. yüzyılda devam etse de yavaş yavaş yok olup yerini çiçek motifine, kolye gibi süslere bırakır.

Esas itibariyle bence ilk çıktığında sadece serpuşu taşımak için kullanılan bu dikit, ister istemez yavaş yavaş antropomorfik bir hal almıştır. En azından boyun tasviri, süsler ortaya çıkmaya başlar. Bunun bir örneği olan Süleymaniye'deki duvaklı taştaki, tepede hotozda gelin teli- duvak arasındaki süsleme, ister istemez insan vücudu benzetmesi çağrıştırır. Hotozun zaman içinde yavaş yavaş yerini çiçeğe bırakmasının mantığı ise, erkeklerde serpuşun çeşidi ve manası çok fazlayken, kişi hakkında söyleyebileceği şeyler varken, hotozun, zaten kamu hayatına iştirak etmeyen kadınlar için özel bir mana teşkil etmemesidir. Fonksiyonel tarafını yitirince de daha dekoratif unsurlar — çiçek, meyva, bitki vs. — bunun yerini almaya başlar.

18.-19. yüzyılın tipik örneklerinde göğüsten yukarısı gittikçe insana benzer. Kitabeyi taşıyan bünyenin büyüdükçe vücuda benzemesi kaçınılmazdır. Serpuşlar moda ya da idari kararlar sonucu günlük hayatta değiştikçe, mezar taşlarındaki serpuş da değişir. Sarıkların yerini fesler alır. (Şapka devriminin muhtemel sonucu olarak fötr şapkalı veya kasketli mezar taşlarının ortaya çıkması beklenebilirdi, ama böyle bir evrim yaşanmadı.)

Osmanlılarda mezar taşlarının asıl amacı, taşı okunur ve kişiyi tanınır kılmaktı. Örneğin boynun etrafındaki kement, idam sonucu ölümün bir işaretiydi. Çiçek ise genelde kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirtmek için kullanılan bir işaretti ve bu durum genellikle metinle de beslenirdi. Görsel işaretlerle kişinin kimliği hakkında ipuçları vermek gibi bir kaygı söz konusudur.

Son dönem Osmanlı karikatürlerine bakarsanız, taş-insan benzerliğinin kullanıldığını görürsünüz. Kalem, Karagöz gibi dergilerde bu konuda örnekler mevcuttur. Daha geç tarihlerde, Abidin Dino'nun ölmüş Bektaşi arkadaşına yaslanmış sohbet eden bir Bektaşi çizimi yine güzel bir örnektir.

20. yüzyıl başında artık insan şekillilik çok bariz bir şekilde kabul görür. Burada çarpıcı olan, gayri İslami bir tavır alınmış olmasıdır. Giderek metinde dini bağlamdan kopuş, şekilde de dini anlamda epeyce aykırı sayılabilecek bir benzetme aracılığıyla bir gelişme söz konusudur.

Osmanlı dönemi mezar taşlarının nasıl şekil açısından değerlendirildiğinde Ahlat veya Bursa'daki eski dönem mezar taşlarıyla alakası giderek azalmışsa, metinde de benzer bir farklılık söz konusudur. Osmanlı öncesinde dini bir kontekste sıkı sıkıya bağlı kalan mezar taşında sadece tarih, kişinin kimliği gibi bilgiler ve hepsi Arapça olarak yazılan ayet veya hadisler yer alır. Bu durum, Osmanlı'nın ilk döneminde de devam eder. 16. yüzyılın sonlarından itibaren en büyük değişiklik, mezar taşında Arapça'nın çok nadir olarak, sadece dua cümlelerinde kullanılmasıdır. Kitabenin sentaksı ve kelime hazinesi artık Türkçedir. "Ruhu için Fatiha" cümlesine Osmanlı'dan önce hiç rastlanmaz. Bizim bugün alışık olduğumuz bu formül, bir Osmanlı yaratmasıdır. Hüve'l-baki ve muadili yakarışlar, münacatlar da, Osmanlı öncesinde kesinlikle yer almaz.

17. yüzyıl sonlarında ve özelikle 18. yüzyılda artık yeni bir format vardır ortada. Metin yakarışla başlar, Fatiha talebiyle biter; araya da ağırlıklı olarak Türkçe olan bir metin girer. Bu metnin en basit işlevi, kişiyi tanımlamaktır. Osmanlı mezar taşlarının en büyük özelliği, bu tanımlamayı giderek daha çetrefil hale getiriyor olmasıdır. Genellikle Osmanlı öncesinde de kimlik önemlidir ancak genellikle baba-oğul ilişkisiyle sınırlıdır. Osmanlı döneminin başlarında da böyle devam eder. İlerleyen dönemde yavaş yavaş daha belirleyici unsurlar yer alır. Zaman ilerledikçe ve metin genişledikçe artık iyice detaylı bilgilere rastlanır. Örneğin ilişkiler aktarılır. Özellikle de başka bir payesi, kamusal görüntüsü olmayan kadınları tarif etmek için babadan ve kocadan istifade edilir. Babanın kim olduğu, ne iş yaptığı gibi detaylara yer verilir. Asıl muhatap olan kadın ise neredeyse kaybolur. Mezar taşı, her ne kadar altına defnedilen kadın için hazırlanmış olsa da, bir işlevi de aileyi, ailenin kimliğini tanımlamaktır. Maksat o kişiyi sadece zikretmek değil, toplumsal olarak da konumlamaktır.

Bu durumun bir diğer tipik örneği damatlık ilişkileridir. Damat konumundaki kişinin, prestijli aileyle bağlantısı kullanılır. Ailede kim daha nüfuzluysa onun bağlantısı kurulur; örneğin kimi durumlarda babadan, kayınpederden hiç söz edilmeyip, önemli bir kişinin kızı olan kayınvalidenin adı zikredilir. Toplumsal dinamiklerin giderek çetrefil hale gelmesi ve giderek artan bir toplumsal kaygıyla, kişiye bir paye yaratılmaya çalışılır.

Osmanlı mezar taşlarında ikinci bir gelişme, şiirdir. Daha önce Arap mezar taşlarında tek tük hadise rastlanırdı. İran'daki mezar taşlarında ise şiir vardır; hatta Osmanlı'da ilk dönemlerde kitabede hadis ağırlıklı kitabenin arkasına Farsça bir şiirin eklendiği örnekler görülür. Fakat 17. yüzyıl sonlarından itibaren, özelikle de 18. yüzyılda, artık bu iş için —çoğunlukla basmakalıp— şiir üretimi başlar. Daha çok halk edebiyatına bağlanan, kişiyle ziyaretçi arasında bir diyaloga dayanan bir şiir edebiyatı gelişir.

Türkçe'nin kullanılması ve şiirlere yer verilmesiyle birlikte din dışılık içeren bir diğer öğe, mezar taşlarındaki metinlerde "duygu"ya yer verilmesidir. Daha önce, İslami geleneğe uygun olarak, ölüm karşısında bir duygu ifade etmek doğru değildi. Burada giderek, özellikle de şiir yoluyla, üzüntü, ayrılık, isyan gibi duygular işlenmeye başlar. Giderek aslında bir halk edebiyatı mezar taşlarına taşınır. Bu gelenek 18. yüzyılda İstanbul'dan başlayarak taşraya doğru yayılır. Toplumun çok küçük bir kesiminin okuryazar olduğunu düşünürseniz, mezar taşlarına bu kadar çok yazmanın ancak gösteriş manası taşıyabileceğini söylemek mümkündür. Bu yazıları okumanın tek yolu harf harf okumak da değildir. Nasıl ki bir dolmuşa bindiğinizde aynadan sarkan "Besmele"yi siz de okumadan tanıyabiliyorsunuz, taksi şoförü de; Osmanlı'da da çeşmelerdeki, camilerdeki, mezar taşlarındaki metinler, kitabeler de görsel olarak algılanmakta, eninde sonunda meali, işlevi anlaşılmaktadır.

Şiirlerden birkaçının bir araya getirilip destan halinde yazıldığı kitabelere de rastlanır. Önce hüve'l-baki veya muadili bir giriş, sonra şiirler, sonra kişinin kim ve kimlerden olduğunun belirtilmesi, en sonunda da Fatiha talebiyle tarih: Tekâmül etmiş olan İstanbul merkezli model budur.

Daha önce mezar taşları çok stereotipikken, 19. yüzyılda giderek özgün mezar taşları ortaya çıkar. Giderek iyi kötü bir şair tarafından yazılmış, kişiye has hikâyenin anlatıldığı, kelime oyunlarının bile yapıldığı metinlere rastlanmaya başlar. Özgün bir edebiyata doğru yol alınır ve taşlar giderek konuşkan bir hal alır. Hatta bu özgünlük ve kişiyi iyi anlatma derdi o hale gelir ki, mezar taşının ayak taşı süs vesaire için değil, ölen kişinin tercüme-i hali, doğumundan ölümüne kadarki görevleri için kullanılır.

Metindeki bu gelişmeler 19. yüzyılda mimari üslupta da giderek hissedilir. Sarık yok olmaya başlar, meşale şeklinde veya gotik mukarnas karışımı mimari unsurlar taşıyan, giderek büyüyen mücessem bir hal alan mezar taşları yapılır. 16. yüzyılda var olup sonra terk edilen sütun tipli mezar taşları yeniden canlanır. Metinde de bir modernite söz konusudur. Geleneksel metnin kelime hazinesi içinde, o kişinin hayatındaki moderniteden kaynaklı kelimeler yer almaya başlar.

1918 tarihli, iki sütunlu bir kabirde, 1. ulusal mimari adıyla anılan modernleşme lisanının taşa yansıması görülür. Bu mezarın bir diğer ilginç özelliği, iki kitabesi olmasıdır. Birinci kitabede gayet geleneksel bir metin yer alır. İkinci kitabede ise mezar sahibinin ölmeden kısa süre önce yazdığı bir şiir vardır. Sembolik olarak, hüve'l-baki ya da yakarış yerine şiirin başlığı yer alır. Bu şiirle birlikte bir mezar taşında noktalama da ilk kez kullanılır. Bu, hem mimari hem metin açısından modernitenin nereye varabileceğini gösteren örneklerden biridir.

Harf devrimiyle beraber bugünkü mezar taşı geleneğine gelinir: Beyaz bir taş üzerinde, isim, doğum ve ölüm tarihleri ve Fatiha isteyen bir cümle. Bütün bir edebiyat bıçakla kesilmiş gibidir. Geçiş döneminde nasıl bir değişikliğin yaşandığının anlaşılabilmesi için 1925-1935 arası dönemi incelemek gerekir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder